ANKARA YENI BİR FESTIVALE KAVUŞUYOR


Bu yıl ilki düzenlenecek olan Rocktival Açık Hava Festivali yurt dışından gelecek olan iki efsane grubu Ankara’da ağırlayacak.10 Ekim tarihinde gerçekleşecek olan festivalde Alman Thrash metal devi “Destruction” ve Avusturyalı Blackened Death metal grubu “Belphegor” Rocktival açık hava festivalinde sahne alacak. Daha önce yine Ankara’da sahne almış olan ve yeniden gelmesi beklenen Alman Thrash Metal grubu Destruction beklentilere cevap veriyor ve ikinci kez Ankara’da sevenleriyle buluşmaya hazırlanıyor. 9 Ekimde Nuclear Blast Records Firması tarafından Avrupa’da satışa sunulacak"Walpurgis Rites - Hexenwahn" Albümü Sonrası Belphegor ilk konserini Rocktival Açık Hava Festivalinde verecek. Bunun yanı sıra “Rocktival Open Air” grubun Türkiye’de vereceği ilk festival olma niteliği taşıyor.

Rocktival ilk yılı olmasına rağmen şimdiden adından bir hayli bahsettiriyor. Gelenekçi olmayı değil yenilikçi bir festival olmayı hedefleyen ve bu doğrultuda çalışmalarına devam eden organizasyon ekibi festivalde birçok yerli gruba da destek veriyor. Ankara’dan “Suicide”, “Decimation”; İstanbul’dan “Moribund Oblivion”, “Undertakers”; Eskişehir’den “Black Omen”; İzmir’den “Prime Object”in ve birçok grubun daha yer alacağı Rocktival Open Air ilk yılında oldukça ses getirecek gibi görünüyor.

Festival ile ilgili bazı bilgiler;
- Rocktival Open Air 10 Ekim günü saat 11.00’de Odtü Vişnelik Tesisleri’nde başlayacaktır.
- Festival her türlü hava koşulunda gerçekleştirilecektir.
- Festival düzeni ayaktadır, festival alanında bir oturma düzeni yoktur.
- Organizasyon firması organizasyonun programında değişiklik yapma hakkına sahiptir.
- Organizasyon firması uygun bulmadığı kişileri festival alanından uzaklaştırma hakkına sahiptir.
- Etkinlik mekanına profesyonel kamera, fotoğraf makinesi, ses kayıt cihazı vb. sokmak yasaktır.
- Etkinlik alanına reçete ile kanıtlanmadıkça, tüm ilaçlar ve ilaç kapsamında sayılanların sokulması yasaktır.
- Yiyecek-içecek ve alkol içeren her türlü maddelerin festival alanına sokulması yasaktır. Alanda yiyecek ve içecek satışı için standlar bulunacaktır.
- Festival alanındaki ses düzenleri geçici duyma problemlerine yol açabilir.

Bunun yanında;
Nüfus kağıdınızı,
Her türlü hava koşuluna uygun giysinizi,
En önemlisi festival biletinizi getirmeyi unutmayın.


 iletisim@rocktival.net     www.rocktival.net


 Bilet Satış Noktaları:

-ZID MÜZİK
Atatürk Bulvarı, Kök Çarşısı 2.kat 121-148 Kızılay

-HAYRİ PLAK
Kızılay Karanfil Sokak

-SINNER'S ART & RED POINT
Kızılırmak Sokak 29/B Kızılay

-ALWAYS ROCK BAR
İnkılap Sokak İnkılap Apt. No:5/11 Kızılay

- NEDJIMA
Selanik 2. Sokak 78/A Kızılay

- NEDJIMA II
Konur Sok. 11/1 Kızılay
 Bilet: 35 TL




Halime ile Pakize (1959)

Milliyet gazetesi ne güzel bir şey yaptı öyle... 54 yıllık arşivini online olarak halka açtı. Ben de tam 80lerle ilgili bir araştırmanın ortasındaydım. Bu haberi duyunca hemen gazetenin web sayfasına girip arşivi kurcalamaya başladım. Tam 50 yıl önce bugünün haber başlıklarına bakarken şaka mı gerçek mi olduğunu hala kestiremediğim bir başlık gördüm. Yutmakta olduğum çayı bilgisayarın monitörüne püskürtmeme neden olan haberi aynen aktarıyorum:

" Bacakları kırılan iki hindi hastahaneye sevkedildi (ciddiyim ana başlık bu ... )

Kısıklı'da ayakları kırılan iki hindi hayvan hastahanesine sevkedilmiştir. Hailme Dedeoğlu adındaki kadının 7 hindisi, dün komşusu Pakize Pala'nın bahçesine girmiştir. Hindileri bahçesinde gören Pakize de bir sopa kapmış ve hindilerin üzerine yürümüş iki hindinin ayağı kırılmıştır. Hailme de karakola giderek hindilerinin başına geleni anlatmıştır. Hindiler hayvan hastahanesine muayeneye sevkedilmiştir. Hastahanenin vereceği rapora göre Halime, komşusu Pakize aleyhine tazminat davası açacaktır. "

Bu güne kadar bir çok saçma haber okumuştum ama bu kadar saçmasını ilk kez okuyorum. Sadece içerik açısından değil, yazım açısından da saçmasapan bir haber bu. "Pakize de bir sopa kapmış yürümüş hindilerin üstüne. Hailme durur mu, karakola gitmiş" Sanki haber yazmıyor da, yan komşuyle dedikodu yapıyor. Hatta bir ara, bu haberi yazan Halime olabilir mi ki dedim. Çünkü al Halime'yi gazeteye, ver eline bir kağıt bir kalem, hadi bakalım yaz bir haber de, tıpkısının aynısını yazmazsa ben de Deniz değilim. Bugün,yani Halime'den tam 50 yıl sonra, hala masabaşı haberler yazılıyor. Dikkatli bir gazete okuru gözden kaçırmayacaktır; en çok satılan gazetelerimizde, haberin kaynağının,tarihinin belirtilmediği, doğruluğunun kanıtlanmadığı o kadar çok haber var ki... İnternet haberleri de diyebiliriz bunlara. İnternetten alınmış gerçek verilere dayanmayan anket sonuçlarından tutun da, korkunç başlıklarla "olacak"mış gibi gösterilen web doğumlu hurafelere kadar... Bunların yanında Halime ile Pakize'nin durumu çok daha gerçek. Haberi kim yazdıysa, en azından memlekette hemen her gün yaşanabilecek bir durumu ele almış. Beni de güldürdü saolsun.

NESİN VAKFI'NA YARDIM

Bugün Evrensel gazetesinin kültür sayfasında vakıfla ilgili sevindirici bir haber yayınlandı. Yönetmenliğini Abdullah Cabaluz'un üstlendiği, Henrik İbsen'in başyapıtından uyarlanan "PEER GYNT" adlı oyun, yarın saat 20.30'da Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampüsü'nde "vakıf yararına" oynanacak. Tiyatro Oyunbaz, Nesin Vakfı'yla yardımlaşmanın en güzel yolunun sanattan geçeceği düşüncesiyle, 2009-2010 sezonunda da sergilenecek olan oyunun yarın akşamki gösteriminin gelirlerini vakfa adayacak.
 
1973 yılında Aziz NESİN tarafından kurulan Nesin Vakfı, geçirdiğimiz sel felaketinde Karasu deresinin taşması sonucu sular altında kalmıştı. Vakıfta eğitim gören büyüklü küçüklü tüm çocukların elbirliğiyle evvela NESİN'in el yazmaları,defterleri,kitapları ve diğer arşivler korumaya alınmıştı. Aziz Nesin'in oğlu Ali Nesin, vakfın internet sitesinde arşivin kurtarılmasını şu sözcüklerle açıklamıştı :


 

“Aziz Nesin'in yıllarca biriktirdiği gazete koleksiyonunun büyük bir kısmını ciltletmiştik. Büyük ölçüde parasızlıktan ama bir miktar da ihmalkârlıktan ciltletemediğimiz binlerce gazete hamur oldu. 1976'nin Politika gazetelerini çamur içinde gördüm. İçim acıdı...Aziz Nesin'in bütün arşivi kurtarıldı. Çocuklarımızın aklına ilk bu notlar gelmiş. 3000 dolayında dosya... İnanılmaz bir sürat ve imrenilecek bir işbirliğiyle çocuklar bütün dosyaları su basmadan kütüphaneden ikinci kata çıkarmışlar. Sabahın köründe uykularından fırlayıp... Çocuklarımızın kimisi haylaz kimisi yaramaz kimisi söz dinlemez olabilir, ama hiç görmedikleri Aziz Dede'lerinin notlarının ilk kurtarılacak eşya olduğunu biliyorlar... Bunu onlara nasıl öğrettik acaba? Eğitim işte böyle bir şey olmalı.”


  Arşiv kurtarıldı kurtarılmasına ama Vakfın mutfağı, bahçesi, kütüphanesi, tiyatro salonu, çiftliği, kısacası çocuklarının eğitim ve yaşam alanları çamur içinde kaldı. Toplam zarar en az 300 bin lira... Medyada pek rağbet görmeyen  (!)  bu üzücü durum karşısında vakıf, dostların bu durum karşısında onları yalnız bırakmayacakları inancı içerisinde. Şuanda Çatalca halkı ve Nesin Vakfı çocukları sular altında kalan yaşam alanlarını el ele onarmaya çalışıyorlar.





 




Nesin Vakfı'na yardım için http://www.nesinvakfi.org/dostlara.php

o köşe bu köşe...

artık yazılarımla   http://www.1dunyahaber.com/ dayım... hem ordayım hem burdayım... :))

sokaktan

Siya Siyabend'i ilk defa 2005'de Barışa Rock festivalinde izledim. Sahnenin önü ilk başta tenhaydı. O zamanlar kimse Siya Siyabend ismini duymuş değil. Değişik bir tını duydum ve sahnenin en önüne gidip gözlerimi gruba diktim,ayakta direk gibi kalakaldım. On dakika içinde sahnenin önü neredeyse tümüyle dolmuştu. Bizon Murat'ın şarkı söylerken kendinden geçişini, beynimdeki kan jöle gibi katılaşana kadar izledim. Daha sonra Fatih Akın'ın "Crossing The Bridge-Sound of İstanbul"  adlı belgeselinde samimi röportajlarını izledim. Müziklerini anlamanız için, mezvubahis belgeseli izlemenizi tavsiye ederim. O gün bu gündür Siya Siyabend benim için çok özel bir anlam ifade etmektedir... Grubun demolarını oradan buradan bulduğum kadarıyla burada paylaşıyorum: http://rapidshare.com/files/284393778/siya_siyabend.rar.html



"Repertuarlarının geniş bir bölümünü doğaçlama müzik,semahlar,deyişler,farklı tekniklerle ve Pir Sultan Abdal,Hayyam,Aşık Veysel,Neşet Ertaş,J. Coltrain,R&Blues,R.Shankar,Tanburi Cemil Bey,Ali Ufku Bey gibi ünlü isimlerin dizeleri oluşturmaktadır.Bu parçaları kendilerine özgün tarzlarıyla yorumlayıp dinleyicilerinin beğenisine sunmaktadırlar. Albüm çıkarmamışlardır,pek çok demoları vardır. Doğaçlama öykü anlatan muratın vokali doğaçlama çalınan müzikle SSB sezgisel düşgörücü bir öykübilimcilik eylemidir.belli bir türe bağlı kalmayarak ekin vermeye devam etmektedir." ( grubun şahsi web sayfasından alıntıdır.)

kendi sesiyle NAZIM şiirleri


Angina Pektoris
Büyük İnsanlık
Ceviz Ağacı
Haber
İstanbul'dan Mektup
Japon Balıkçısı
Kız Çocuğu
Mavi Liman
Nikbinlik
Salkım Söğüt

http://rapidshare.com/files/284363022/Nazae_m_Hikmet.rar.html

YALANCI ATATÜRKÇÜLER




Siz, Atatürkçü müsünüz? Büyük çoğunluğunuzun “evet” dediğini duyuyorum.

Siz yalancı mısınız, diye soruyorum. Hepinizin birden “hayır” dediğini duyuyorum.

Bizim kuşağımız, Atatürk’ü salt kitaplardan okuyup öğrenmedi. Atatürk’ü yaşadık. Ne var ki, bugün yaşamakta olan yaşıtlarım bile Atatürk zamanında nelerin yapılıp nelerin yapılamadığını unutmuş görünüyorlar. Çoğu kendini hala Atatürkçü sanıyor.

Atatürk zamanında yapılamayan her şey bugün yapılıyor, ama yapılan hiçbir şey de bugün yapılmıyor ve hala bunun adına Atatürkçülük diyorlar.

Türbelerin ziyareti, evliya mezarlarından medet ummak, sözde ermiş mezarlarında mum yakmak ve hacı yeşiline boyalı teneke sandıklara para atmak gibi şeyler Atatürk zamanında yoktu. Atatürk ölünce bunların hepsi yapıldı ve yapılıyor. Sizler Atatürkçüydünüz ama buna ses çıkarmadınız.

Atatürk zamanında hacca gidilmezdi. Atatürk’ün ölümünden sonra hacca gitmek hem de yasayla özgürleşti. Arap’ın kızgın çölüne paralarımızı döktük. Oysa Kur’an, İslamın beş koşulundan biri olan hacca gitmeyi borçlu olanlara yasaklamıştı. Türkiye’nin salt dış borçları 50-60 milyar dolardır ve doğacak çocuklarımız bile borçludur. Bunca dış borç, hacca gidenler de dahil, bütün Türkiye insanları için alınmıştı; yani hepimiz borçluyduk. Hac yasağının kaldırılmasına da siz Atatürkçüler ses çıkarmadınız.

Atatürk, Latince İncil’in ulusal dillere çevrilmesinden dörtyüz yıl sonra hem Kur’an’ı hem de ezanı Türkçeleştirmişken, Atatürk’ün ölümünden sonra birden geriye dönüşle ezan yine Arapçalaştırılmıştır ve siz Atatürkçüler buna da ses çıkarmadınız.

Atatürk zamanında Türkiye’de “tevhid-i tedrisat” denilen öğretim birliği vardı. Atatürk’ün ölümünden sonra gerici dinciler “ölülerimize cenaze namazı kıldıracak, ölülerimizi yıkayacak imamlarımız bile yok!” yaygarasıyla bu yasayı bozdular ve imam hatip liselerini açtırdılar. Cenaze namazı kıldırmak gerekçesiyle açılmış olan imam hatip lisesi çıkışlılar eğitimden adalete, içişlerinden dışişlerine dek bütün devlet kurumlarının içinde yüzde elliden çok yer almışlardır. Salt eğitim müdürlerinin yüzde yetmişi imam hatip liseleri çıkışlıdır. Şimdi de bunları Harp Okulu’na sokmaya devleti zorluyorlar. Siz Atatürkçüler buna da ses çıkarmadınız veya çıkaramıyorsunuz.

Atatürk zamanında Kur’an kursları denilen gericilik yuvaları açmak yasaktı. Atatürk’ün ölümünden sonra salt her ilde değil, ilçelerde, hatta bucaklarda bile Kur’an kursları açıldı. Sizler buna da ses çıkarmadınız, çıkaramadınız.

Sözde laik ve tarihinde hiçbir zaman da laik olamamış laik Türkiye cumhuriyeti devleti, Atatürk zamanında hiçbir devlet adamının girişmeye yüreklenemeyeceği biçimde, yabancı ülkelerdeki elçiliklerimize ve konsolosluklarımıza din ataşesi adı altında din görevlileri atadı ve siz Atatürkçüler buna da ses çıkaramadınız.

Yeşilköy Havaalanı’nın adını Atatürk Havaalanı’na çevirmekle kendini Atatürkçü sanan ve cumhuriyet tarihimizin daha kötüsü bulunamayacak en kötü cumhurbaşkanı olan General Evren’in buyruğuyla bütün okullara din dersi adı altında İslam’ın salt Sünnilik dersi, zorunlu ders olarak konuldu ve siz Atatürkçüler hiç sesinizi çıkarmadınız ya da çıkaramadınız…

Otuz Ramazan günü, üç büyük kentimiz dışında, bütün Türkiye’de, Müslüman kesimin görünür ve görünür olmayan baskısıyla su ve cigara içilemez, yemek yenilemezken, aşçı dükkanları kapalıyken, o üç büyük kentte bile içkili yerler kapalı tutulurken, yılın her günü  gazinolarda, kahve ve çayevlerinde, aşevleri gibi yerlerde “aileye mahsus” yazılı utanç verici levhalarla kadınları erkeklerden ayıran, yani gözlerinin arkasında cinsel organları bulunan, üniversite kapısında nöbet bekleyen ve görevi üniversiteyi korumak olan bir polisin kısa kollu entari giyiyor diye bir kız öğrenciyi dövdüğü Türkiye’de yaşayan sizler hala Atatürkçü müsünüz?

Şimdi de, bütün bunlar olup biterken, “sen ne yaptın?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Evet biliyorum,yaptıklarım yetersizdi, ama biliyorsunuz bunları hep söyledim, hep konuştum ve hep yazdım.

Sizlerin Atatürkçülüğünüz, hani leblebicinin leblebi, yağcının yağ, kabakçının kabak satmasını anlatmak için kullanılan “cı” eki gibi, bir şey sattığınızı anlatır. Sizler Atatürk’ü satan Atatürkçülersiniz.   

Yineleyerek soruyorum: Atatürk’ün ölümünden sonra adım adım ilerleyen gericilik, dinsel bağnazlık ve köktencilik bugün yurdumuzda artık adım adım değil, koşar adımla gelişirken, sizler hala Atatürkçü müsünüz? Bugün gericilik batağına saplanmış olan Türkiye’de kendinize hala “Atatürkçüyüm”  demekten utanmıyor musunuz?

Ey Atatürkçü büyükler, küçükler, yaşlılar, gençler, kadınlar, erkekler, yönetenler ve yönetilenler, bütün sizler Atatürkçü değil, birer yalancısınız.

İyi ki hiçbir zaman Kemalist ya da Atatürkçü olmamışım. Ama Atatürk’ün Türkiye’nin çok seyrek yetiştirdiği büyük insanlardan biri olduğuna inanıyorum. O’nu seviyorum, o’na insan olduğu için eleştirme hakkımı da koruyarak, çok büyük saygı duyuyorum ve böyle bir ülkeden…..hayır hayır artık susuyorum.
                                                                                       3 MAYIS 1993
AZİZ NESİN

                                                                                                              

beyefendi !

Afyon'un Karacaören köyünden çıkmışız, koca şehir İstanbul'da ekmek paramızı kazanıyoruz. Kocam öğretmen, ben de bankada memurum. iki de küçük kızımız var. bu devirde İstanbul gibi şehirde iki elden maaş alsan da yetmiyor. yarın donsuz dombalaksız kalmayalım diye kiradan,mutfaktan artanla yatırım yapıyoruz. yatırım dediğim de memur kooperatifi. Hani şu sittinsene süren kooperatiflerden. 


Neyse efendim,sene 1995...Bu benim çalıştığım bankanın Çeşme'de tatil kampı var. Çekilişle memurlarını bu kampa gönderiyor,makul bir ücret karşılığı tatil ettiriyor. Biz de her yaz çoluk çocuk köye gidip tarlayla bahçeyle uğraşırız. Çocuklar İstanbul'daki arkadaşlarından denize gittiklerini duyuyor kıskanıyorlar. Herkesin çocuğu velespit, bisküvit diye tutturur,bizimkiler o yaz tutturdular denize gidelim diye. Kocamla oturduk tekezzür ettik,bankanın tatil çekilişine katılmaya karar verdik. Şans bu ya, ilk katılmamızla kazandık. Eşyaları sallasırt ettik gittik Çeşme'ye...


Kahvaltı,öğlen yemeği,akşam yemeği oradan. Erkenden kalkıp yemekhaneye gidiyoruz her sabah. Kahvaltımızı edip, artan reçel, peyniri de çıkınımıza koyup palas pandıras kampın plajına gidiyoruz. Neme lazım,kamp kalabalık, şemsiyeler şezlonglar hemen doluyor. Şunun şurası bir haftalık tatil. Çocuklar bol bol denizde çimsinler,mayo değiştirmekle fazla zaman kaybetmeyelim diye mayolarımızı da önceden entarilerimizin içine giyiyoruz. 


O sabah yine mayolarımız içimizde, kahvaltımızı bitirmişiz hemen şemsiye şezlong kapmaya gidicez. biz kızlarla hazırız da, benim koca kaplumbağa gibi adam. Çayını içer bir saatte, gazetesini okur bir saatte, gerinir govunur bir saatte... Onu mu bekleyeceğiz, aldım kızları gittim plaja. Artık o arkadan gelecek keyfince. 


Kızlar denizi görüverince baharın tavına girmiş aygır gibi şahlanıyorlar,eteklerini yere savurup suya koştular. Ben de boş bi şezlong bulup serildim, gazetemi okuyorum. Bir an bir gürültü oldu. Bağırışmalar, gülüşmeler... Gazeteyi indirip etrafıma bir göz attım, herkes bu yana bakıyor. Yan taraftaki şezlonga bir baktım ki, amanın... Benim koca gelmiş de denize girecek,soyunuyor. Amma içine mayosunu giymeyi unutmuş. Donuyla kalakalmış. Kendisi de ağır işitir, ak sakallısından yok sakallısına herkes buna sesleniyor, bu duymuyor. En sonunda cankurtaran megafonla bağırdı da bizimki anca oralı oldu : "BEYEFENDİ   BEYEFENDİ!!  LÜTFEN  ŞORTUNUZU GİYİNİZ...!!  "  Hiç tanımıyormuşum görmemişim gibi gazeteyi tekrar yüzüme örttüm. Neme lazım, bankanın kampı burası, adım  "soyunan adamın karısı" na çıkar...Şimdiki gibi mezhebi geniş insanlar değiliz o yıllarda..İçimden silme sıvama küfrediyorum benim adama. O da korkmuş utanmış, bi donuna bakıyor bi etrafa... Hemen hızlıca giyindi de odaya gitti mayosunu almaya...


Milletin diline pelesenk oldu o günden sonra beyefendi lafı. Gören  "beyefendi nasılsınız bu gün" diyor...  Allah allah, ortalık yerde soyunan adamı neden bu kadar sevdiler bilemedik  Kocam yıllardır mekteplerde öğretmenlik yapıyor ilim irfan öğretiyor, daha kimsenin ona "beyefendi" dediği olmamıştır. Sonradan sonradan anladık ki beyefendilik öyle mürekkep yalamakla olcak iş değilmiş.  


Bu memlekette her soyunan beyefendi oluyormuş.

devrim arabaları

"Zaten adı Devrim olan bir arabanın, Türkiye sokaklarında gezmesine izin vermezlerdi..."


memleketin iliklerine kadar hissettiği 60 ihtilali.. 23 idealist Türk mühendisinin mükemmel inancı... yaşanmışlığın bıraktığı etki... Tolga Örnek, memleketimin küçük bir özetini vermiş sanki : kısıtlı imkan,kısıtlı süre, bürokrasi, iktisat,emperyalizm, nihayet başarı; ama önü açılmayan bir başarı. "Türkiye'de hiç bir başarı cezasız kalmaz" repliğiyle "değil mi ya" dedirtiyor izleyene.. "Türk'lerin araba üretmesi pembe bir rüyadır" demiş mevzubahis dönemin gazetecileri. Esas rüyanın araba üretmek değil, bu memlekette "idealist olmak" olduğunu anlıyoruz filmi izlerken. hem üzülüyoruz, hem küfrediyoruz, hem de göğsümüz kabarıyor. çok heyecanlanıyoruz. acaba arabalar yetişecek mi? acaba Cemal Aga'nın huzurunda araba kusursuz çalışacak mı? ha başardılar ha başaracaklar derken hissediyoruz ki, aslında bugün de hala inanmıyoruz Türk malının başarılı olabileceğine. Kendimize güvenmiyoruz. Bugün hala "Türk malı"nı  övmeye çalışırken korkuyoruz.

Filmi önceden izlemiştim. Annemler İstanbul'a gelmişken onlara da izleteyim dedim, beraber izledik filmi.Bugün de mutfaktaki fırını yenilemek için dışarıya çıktık. Filmin de etkisinde kalarak Türk malı fırın almaya karar verdik. Eve getirdiler, kurduk. geçtik karşısına, koyduk çay suyunu ocağa, altını yaktık. Yakmaz olaydık. ocaklardan biri yanmıyor. çevirince çakmağının sesi geliyor, bekliyorsun ki yanacak. yanmıyor...Daha bismillah demeden bozuldu... Şimdi  ne demek lazım? 





(biterken "Zülfü Livaneli-Nazım Türküsü" çalıyordu.... http://rapidshare.com/files/87638699...uesue.rar.html (http://rapidshare.com/files/87638699/_1978__Zuelfue_Livaneli_-_Nazim_Tuerkuesue.rar.html)



rezillik bombası,zebil ziyan

mezuniyet yemeği diye bi'şey var. giyinip süslenmek lazım. şık olmak lazım. şimdi profesörler,doçentler falan, aynı masada oturacaksın, 4 yılda bir ve ilk defa, yıllardır can ciğer kuzu sarmasıymışsın gibi samimi olacaksın yemek bitene kadar. dargın olduğun arkadaşlarına ağlamaklı gülümseyişler atacaksın. kasım kasım kasılacaksın. hiç gitmek istememiştim, hiç gidesim yoktu... Duygu hatır koymasaydı gitmezdim. Duygu'yu kıramadım.


elimizde kıyafetler,ayakkabılar, izmit'e gidiyoruz. trenden inmemizle şanssızlıklar başladı. duygu'nun elbisesini askısı çıktı. öyle bağlasan bağlanmaz,bi yere sokuştursan sokuşturulmaz bi askı.. anca iğne iplik olacak dikeceksin ya da bi çengelli iğneyle tutturacaksın. yok ki yanımızda öyle şeyler. ellerimiz poşet,çanta dolu. duygu bi eliyle elbisesini askısını tutuyor. hızlı hızlı yürüyoruz çarşıya doğru. ilk gördüğümüz tuhafiyeye girdik. içerde karı-koca yaşlı bir çift. ben nefes nefese soruyorum:

-teyze bize çengelli iğne lazım.
-tabi yavrım vereyim. kaç tane lazım?
-bir tane yeter.
-aa bir tane iğneyi netceniz?
-teyze, arkadaşın elbisesinin askısı koptu,şimdilik onu tutturacağız.
-hmm...böyük mü olsun küçük mü?
-teyze nasıl olursa olsun ver bir tane işte.

kocasına işaret etti,kocası yavaş yavaş ayağa kalktı, iğne kutularının olduğu rafı aramaya başladı. yaşlılıktan olsa gerek, bukalemun gibi hareket ediyordu adamcağız. biz de bekliyoruz. teyze dayanamadı sordu:

-hayırdır yavrım düğüne mi gidiyonuz?
-yok teyze mezuniyet yemeğimiz var da, oraya gidiyoruz.
-aaa liseyi mi bitidiniz? (ne de güzel bir iltifat oldu...)
-yok teyze, üniversiteden mezun olduk.
-aaa...üniversiteden mi?

teyze bi an durdu bize baktı. bir duygu'ya bakıyor bir bana...gözleri kızardı. allah allah ne oluyor ki demeye kalmadı ağlamaya başladı..

-ah yavrılarııımmm... ah gözellerim benim...(etekliğine sıkıştırdığı mendili çıkardı,gözlerini siliyor bi taraftan) ah ananız babanız nasıl da mutludur gari şindi...(sesi boğuklaşıyor) Nuri bey bak görüyonmu gari, hayırlı evlatlara bak hele... ah gızlarım beniiimm....benim de torunum bitirdi mektebini, o da mezun oldu sizin gibi...ah gençlik ah... Nuri, mektep balosuna gidiyolar...(hıçkırıyor)

ne olduğunu anlayamadık. hem şoktayız hem üzülüyoruz teyze ağlıyor diye, hem de kendimizi tutmasak güleceğiz tüküre tüküre, ayıp olacak. duygu'ya baktım, gözleri dolmuş. bu sırada amca çengelli iğne kutusunu buldu da konu dağıldı allahtan. iğneyi aldık, askıyı elbiseye tutturduk, gidicez artık. teyze sildi gözlerini, sümkürdü burnunu. iğnenin parasını da almadılar. işimiz bitti çıkıcaz gidicez artık, gidemiyoruz... bi türlü çıkamadık oradan. teyze ellerimizi tuttu:

-hadi gidin gari, gidin eğlenin...ah gençlik ah...kahpe hayat, su gibi geçiyor. benim torun da bitirdi mektebini. gidin hadi...

öptük ellerini çıktık. içimiz bi buruldu bi karıştık bi ambele olduk. yurdum insanı işte. benim hiç gitmek istemediğim mezuniyet yemeği için teyze heyecanlanıp ağlıyor. "yine gelelim teyze'yi görmeye" dedik. 3 ay oldu. daha gitmedik...

gece tek kelimeyle felaketti. dargın olduğum arkadaşlarımla sahte ve mecburi sohbetler, aldığım kilolar yüzünden göğüslerimi iyice sıkan elbisemin nefes aldırmaması...tabi bi de istemeye istemeye gittiğim gecenin yıllarca konuşulacak "en komik duruma düşen"i olmama neden olan bomba olay...

bizim bölümün araştırma görevlilerinden Fehmi, içkinin dozunu kaçırıp fotoğraf makinemi eline geçirip fotoğraflarımı çekmeye çalıştı. biraz daha içti, artık konuşamaz hale geldi, dansa kaldırdı. müzik de öyle dans müziği değil. "şappidi hoppidi" bi ritm. adam sarhoş. tuttu ellerimi, döndürmeye başladı beni. hani küçükken kollarımızı uzatıp iki kişi turbo hızda dönerdik ya, aynen öyle. ayağımda topuklu gereksiz rüküş bi ayakkabı. elbisemin etekleri karşılama halısı gibi uzun, ayaklarıma dolanıyor. "hoca, yapma etme düşücem" diyorum, gülüyor daha da hızlanıyor. "hoca, bak düşücem çok kötüyüm" diyorum, dinlemiyor... e bende içmişim dengemi sağlayamıyorum. Fehmi'nin son hamlesi, gecenin bombası oldu. ellerimi bıraktı. yere nasıl yuvarlandım, insanlar ne tepki verdi hatırlamıyorum. sadece patlayan kahkahaları hatırlıyorum. sonradan söylediklerine göre çok estetik düşmüşüm böyle döne döne...

düştüm,kalktım, herkes orada, Duygu yok. O da çok içmişti. acaba bi yerde sızdı mı diye düşündüm. çıktım salondan, duyguyu arıyorum. tuvaletlere girdim çıktım yok. balkona baktım yok. bara baktım orda da yok... bi süre sonra kendi çıkıp geldi, gülüyor,kıpkırmızı olmuş.

Eda'yla Ulaş, iki sevgili, allengirli ortamdan uzaklaşıp yalnız kalmak için balkona çıkmışlar. balkonun en ucunda da bir alt katın balkonuna inen merdivenler var. en kuytu orası diye merdivenlere gitmişler. merdivenlerde ayakları bi şeye çarpmış. bi bakmışlar, duygu basamaklarda uyuyor... dürtmüşler bunu, kalkmış, güle güle dans pistine gelmiş. dansa devam ediyor bıraktığı yerden. "nerdeydin,her yerde seni aradım" dedim, "yıldızlar çok güzeldi, merdivenlerde uyuyakalmışım. merdiven basamaklarının bu kadar rahat olacağını tahmin edemezdim. kendi yatağımdan rahatlar" dedi. ne kadar güldüğümü hatırlamıyorum...

(biterken "the sound of taxim beyoğlu-gross" çalıyordu.) http://rs320.rapidshare.com/files/115983915/2008-The-Sound-Of-Taxim-Beyoglu-A.Asmin.rar





çizim: deniz emek

çizim : deniz emek
Resim Ekle

art nouveau style


Art Nouveau zarif dekoratif süslemelerin ön plana çıktığı, kıvrımların ve bitkisel desenlerin sıklıkla kullanıldığı bir sanat akımıdır. Köklerinin Britanya merkezli Arts&Crafts hareketine dek gittiği söylenebilir. Avrupa ve Amerika’yı etkilemiştir.

19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında etkili olmuş bu akım ülkemizde 1900 sanatı ya da Yeni Sanat adlarıyla anılmakla birlikte birçok Avrupa ülkesinde bölgesel olarak değişik adlarla anılmış, adlara uygun olarak ta uygulamaların niteliklerinde değişiklikler görülmüştür.

Modern Style, Yellow Book Style, Fin de Siecle Style, Jügenstil, Secession Stil bölgesel olarak kullanılan adlara örnektir. Stilin ilk aşamalarındaki mimarlıkta aşamalar daha belirgindir; kullanılan abartılı barok stili benzeri dekoratif bezeme ve süslemeler sebebiyle Floral Style, Style Coup De Fouet (Kamçı Vuruşu Stili) ve Style Anguille (Yılanbalığı Stili) olarak da anılmıştır.

Ortaçağ gotik sanatını savunan İngiliz estetikçi ve tarihçi John Ruskin’den etkilenen; Praeraphaelit grubu üyesi William Morris, mutlulugun el emeğiyle elde edilebileceği, işçi kesiminin yasama sevincine bu tür çalışma ile ulaşabileceği inancındaydı. İnsan ile maddenin arasına giren makinenin, dolayısıyla endüstriyel gelişimin güzelliği yok ettiği görüşündeydi. Yalnız ve yalnız insan elinin maddeye can verebileceği, Ortaçağ sanatçılarının eserlerinin mükemmelliğinden aldıkları zevkle özgür ve mutlu olduklarını savunuyordu.

Sosyalist fikirlere sahip W. Morris, sanatı, el emeği niteliğiyle geniş halk topluluklarına mal etmek suretiyle demokratlaştırmak istemiş,sanat kurumları açmış ayrıca imal ve satışın bir arada gerçekleştiği atölye-mağazası Morris Company’i açmıştır(günümüz meslek okulları niteliğinde).

Doğruluğu tartışıladursun W. Morris’in bakış açısı birçok sanatçı tarafından benimsenmiş, desteklenmiş ; bu yolla el sanatlarına dayalı bir sanat akımı oluşmuştur. Endüstriyel gelişmelerle ev yapımı ürünlerin pahalı kalmasıyla fakir işçi kesim yerine zengin koleksiyonculardan rağbet görmüştür. Kısaca endüstriye yenilmiştir.

Art Nouveau ismi 1896 yılında Paris’te açılmış olan, dekoratif mobilya ve aksesuar satan bir mağazadan gelmektedir. Devlet salonuna kabul edilmeyen sanatçıların da bu tur eşyaların alım satımıyla ilgilenmeye başlamasıyla akım güçlenmiş ve anti akademik bir nitelik kazanmıştır.

Art Nouveau zamanla klasizmi reddetmiştir. Bu toplumsal değişimi de yansıtan bir durumdur. Darwin sonrası bir toplumda, Tanrının varlığının ancak sorgulanabildiği bir zamanda, insan ruhunun karanlık yanları ortaya çıkmaya başlamıştı. ”Fin de siecle” yani “yüzyılın sonu” sanatçıları ve yazarları sis ve loşluğu parlak gün ışığına yeğlerler. Paris gece hayatından,dansçılar ve hayat kadınlarından ilham alan grafik çalımsalar,mimaride Victor Horta’nın Loie Fuller’e tasarladığı tiyatro binası bunu kanıtlar niteliktedir.

Klasizme sırtını dönen Art Nouveau sanatçıları ilhamı öncelikle doğada aramışlardır. Bitkisel motifler, kadın figürleri kıvrılan bükülen çizgiler akımın etkilediği her alanda kullanıldı. Bitkileri ve hayvanları düzenli kompozisyonlarda statik bir formda kullanan eskilerin aksine doğanın dinamik kuvvetleri dile getirilmeye çalışılmıştır.
(wikipedi'den alıntıdır.)


















paperdolls

küçükken en sevdiğim oyun, gazetelerin verdiği kağıt bebekleri giydirmekti. makasla bebeği kartondan özenle ayırıp, yine kartondan kestiğim kıyafetlerin birini giydirir birini çıkarırdım. sonra da bu eserimi, süreli defile sunar gibi günaşırı yeniler, odamın en özel köşesinde sergilerdim. bugün internette gezinirken harika kağıt bebek tasarımları buldum. işte onlardan bazıları...





























tatil kitabı


bir erkeğin dört evresi. çocukluk, gençlik, orta yaş, yaşlılık. filmde her evre farklı bir karakterde işlenmiş. başarılı yönetmen SEYFİ TEOMAN, hepsi birbirinden farklı dört karakteri, taşrada yaşayan bir ailenin içinden anlatıyor bize.

film Silivri'de geçmektedir. küçük Ali, okulda dağıtılan "tatil kitabı"nı kendinden yaşça büyük bir çocuğa kaptırır. tatil boyunca katı kurallı babasının ona aldığı, bir karton sakızı satmak zorundadır. fakat Ali çekingendir ve sakızları sadece annesine satabilir. Ali'nin abisi(tıpkı Ali gibi babasına boyun eğer),babasının seçimi olan askeri okulda okumaktadır fakat asıl istediği, işletme okumaktır. amcasının desteğiyle babasına karşı gelir ve askeri okulu bırakmaya karar verir. amcası da gençliğinde aynı Ali'nin abisi gibi hırslı davranmıştır fakat başarısız bir evlilik ve başarısız iş deneyimlerinden sonra dönüp dolaşıp tekrar Silivri'ye yerleşmiştir. filmin sonlarına doğru baba karakteri ölür. Ali'nin abisine destek olan amca karakteri artık desteğini keser ve ona askeri okulda okumanın en iyi seçenek olduğunu söylemeye başlar. tıpkı ölen abisi gibi. kısacası, bu karakterler tek bir adamın farklı evreleridir. evin diktatör babasını ne kadar eleştirseler de, gittikçe ona benzeyeceklerdir.

AŞIKLARIN TERZİSİ

yarın aşıklar terzisine gideceğim
sarınıp uzun pantolonuma,yüz metrelik çılgınlığımla.
terzi seni jones'dan keserek smith'e dikiyor,
yani birinden ayırıp diğerine dikiyor
ipek iplikle! harika bir dikiş!
mucize bir el!
sonra,kalbin sabitlenince bir dikişi söküyor,
çıt! çıt! "onu senden alıyorum" makasıyla.
tüm bu dikişler ve sonra sökmeler şaşırtır beni,
aklım hep karışıyor bu değişimlere,
yapmalar bozmalara.
kalp bir toz tahtası, o da kalbin geometrisi;
ne harika şekiller,rakamlar,gerçekler,
ve yazdığı o isimler!
çarptığı zaman seni bir başkasıyla rakam gibi,
nasıl bir sonuç çıkarır aritmetiğiyle.
çarpmayı gördün işte-şimdi de öğren bölmeyi
nasıl okyanus yapar bölerek bir damlayı...

(mevlana'ya ait şiir, peter lambert wilson tarafından çevrilmiştir.)

parıltı


küçük bir parıltı! biraz daha yaklaşsam tam olarak ne olduğunu görebilirim. ama emekleyerek gidiyorum. koşarsam,sönecek gibi. ben emeklemezsem o büyümeyecek gibi. bazen yukarıdan taşlar düşüyor. acele etmezsem ışığı kapatacak gibi...

aynı ışık,içimi ürpertiyor. öyle korkutuyor ki. ruhumu emip, kalanını suratıma fırlatıp atacak gibi. güvende değilim, çünkü arkamda bıraktıklarım karanlık. ben kararttım. bu küçük parıltı sönmesin diye, acımadan kararttım. eğer eski ışıklar hala yanıyor olsaydı, o parıltıyı hiç göremeyecekmişim gibi.

ama

parıltının arkasında loş bir ışık var, görebiliyorum... onun enerjisini emen. onun emeklemesini istemeyen.

parıltı, bu ışığı bilerek söndürmüyor gibi...

goethe-faust


"düş, umut yüklü korkusuz bir uçuşla sonsuzluğa kanat açtığında, olanca mutluluklar, zamanın fırtınası içinde art arda söndükçe ona küçük bir alan yetmeye başlıyor. keder, her yüreğin derinliğine işliyor, ve orada gizli ıstıraplar yaratıyor. tedirgince çırpınarak huzuru ve keyfi kaçırıyor. o sürekli yeni maskeler takarak, kimi zaman mal mülk kadın ve çocuk, kimi zaman da ateş, su, hançer ve zehir biçiminde görünüyor. senin de sana ilişmeyen bu belalar karşısında ve hiçbir zaman yitirmediğin şeyler için hep ağlaman gerekiyor....bize hayat bağışlayan duygular, dünyanın allak bullaklığıyla donup kalıyor" (goethe-faust)

dinle. hiçlik!


Her gün Kadıköy’den bindiğim Beşiktaş vapurunun her gün Beşiktaş’a gitmesi ne acayip… Bir gün de yanlışlıkla Eminönü’ne gitse mesela. Şaka yapsa kaptan. Hatta Eminönü’nde yemek ısmarlasa, önceden gidip ayarlasa falan…Çiğ köfteci Ali Usta’ya götürse bizi. İskelede beklerken; birbirimize baktığımızı yakalayıp önce kafamızı başka yöne çevirdiğimiz ama sonra tekrar bakışırken yakalandığımız o esmer çocukla ayranlarımızı yudumlarken gülüşsek komik halimize. Orda samimi olsak. Meğersem o da resim falan çiziyor olsa. “Kaptan ne iyi adam dimi bak bizi buralara kadar getirdi” desem, o da “ben birkaç kere rastladım arada oluyor böyle şeyler,hatta iş yerlerimizi arayıp küçük gezimiz için izin bile alıyor kaptan” dese. Sonra tüm yolcular neşe içinde Galata köprüsünün bir yanından diğer yanına halay çeksek falan…

Rutinden o kadar sıkılmış-ve de sıkışmış- haldeyiz ki, bir rutinin içinde olduğumuzu unutmuşuz alışmışız ama saçmalamışız da aynı zamanda. Geçenlerde bir arkadaş pitbull cinsi köpeğinin bir kedi kadar uysal olduğunu anlattığında “o hayvenceğiz pitbulluğunu unutmuş” demiştim ama akabinde benim de insanlığımı unutmuş olabileceğim geldi aklıma. Günde 4 vasıtaya binip içi bilgisayarlarla dolu bir binaya gitmek ve o binanın sahibine para kazandıracak bilumum işler yapmak, üstelik karşılığında anca faturalara yeten bir para kazanmak ve buna da şükretmek gibi sorgulayınca nedeni bir türlü anlaşılmayan bi ton ıvır zıvırla uğraşıyoruz. Benim bi kurmalı oyuncak robotum vardı. O bile daha sevimliydi yani o derece…

“Kendimi acık doğaya atayım da insan olduğumu hatırlayım” düşüncesiyle Olimpos’a, Asos’a; beton göremeyeceğim yerlere falan gitmek istiyorum. Hangi pansiyonda kalırım, kiminle giderim, kaç saat denizde yüzüp, sahilde soğuk portakal suyumu yudumlarım,yanıma kaç havlu alsam yeter,yolculuk için müzikçalar almalı mıyım yoksa kitap mı okumalıyım…Her şeyi düşünüyorum,kafamda ayarlıyorum. Ama bi eksik var ki, dışı seni yakar içi beni: İnsanlığıma geri dönmek aksiyonu için de bi miktar para kazanmam lazım… bunun için de o bilgisayarlı binaya gidip gelmem lazım yani… seve seve gidip-gelmem lazım. Otobüste yanımda oturan adamın uyuklamaya başlamasıyla hissettiğim “acaba kafası omzuma düşer mi” korkusunu her sabah yaşamam lazım.

milyonlarca yavşak ve zehirli denizanasıyla farkında olmadan start verilen ve artık-uzaklaştıkça karanlık gözüken noktadan, hiç bilmediğimiz dalgaların hiç bilmediğimiz “standart”larına doğru yüzmekteyim. Ve yine hiç bilmediğim bir hortumca emilmekteyim. Camus’yü karşıma alsam oturtsam Beşiktaş sahildeki ucuz büfenin masalarına, çay içsek, bunları anlatsam, neden? diye sorsam bana “KOCAMAN Bİ HİÇ” derdi, “saçmalık çocuğum bunlar” derdi, ordan Taksim!e Nevizade’ye geçerdik, iki bira devirirdik hayatımıza devam ederdik… Keşke sürreal bi hayat sürebilseydik de arada kaptanlar rotadan çıkıp bizi gezmelere götürselerdi.

stajyer



Stajyerlik zor iş. Stajyerlik yapmaya gönüllü adamın, sinir sisteminin çok güçlü olması lazım. Hırslı olması lazım. Ama öyle iş hırsı veya hevesle sınırlı bir hırslılıktan bahsetmiyorum. Hayata karşı hırslı olması lazım. duygusal olmaması lazım mesela. Duygusal adamın stajdan sonra gideceği yol prosac-lustral yoludur. O da bok yoludur. Ayak yoludur.stajyer adam aşağılanmaya, fotokopi çekmeye, dosya taşımaya ve öğlen yemeklerini tek başına yemeye hazır olmalıdır.
Stajyer adamın, bin bir hevesle ve herkese gülümseyen yüz ifadesiyle girdiği işyerinde ilk duyacağı söz “sen kaçlısın bakayım?” olacaktır. Bunu akabinde “vay anasını, çocuk bahçesi gibi oldu buralar.” takip eder. Stajyerin kulaklarına varan ağzı o anda bir nebze aşağıya kayar ama bu dumur halini kimse anlamasın diye yüz kaslarına hakim olmak suretiyle durumu belli etmemeye çalışır ve hala inatla gülümser. Bu gülümseyen yeniyetmenin bir sonraki durağı, “staj yapmak için bula bula burayı mı buldun” ifadesidir. Stajyer, kendini kurtarmak için “fekat ben şuan gözlem yapmaktayım, üstelik bu sektörün beni tatmin edeceğine inanmaktayım” gibi cankurtaran ifadelerdir. Ama maalesef bu cankurtaranlar çoktan istifa etmişlerdir. Stajyerimiz “ehe ehe…” gibi daha minik ve anlamsız karşılıklar vermeyi tercih etmelidir ki konu uzamasın,uzadıkça boka sarmasın. Amma ve lakin kazandığı parayı beğenmeyen, beğenmediği için sektörü kötüleyen uzmanların efendisi, stajyerin moralini bozmaya devam edecektir. Stajyerimizi bekleyen yeni diyalog şudur: “valla bence hiç bulaşma bu işlere, şu çektiklerimizi görmüyor musun”… bunu diyen kişinin üstünde muhtemelen marka kıyafetler, elinde arabasının anahtarı ve evinde bekleyen akşam içkileri vardır. Çok çalışıyorum,süpersonik bilgiliyim,aslında çok yararlı bir insanım ama bu şirkette kıymetim bilinmiyor havası vermek için ve böylece kendine olan özsaygısını-egosunu tatmin etmek için söylenen içi boş kelime yığınlarıdır bunlar. Sadece stajyerin yavşak ağız uçlarının gıdıya doğru inmesine neden olurlar. Stajyerin bundan sonraki durağı kurumun tuvaletidir. Orada klozet ve fayanslarla samimi bir dostluk kuracaktır. Koca binada ona sıcak gelen tek yer orası olacaktır. Yalnızca o 2 metrekarelik alanda kendini bir işe yarar hissedecektir. Hevesini kaçıran her diyalog kakasını getirecektir ve soluğu burada alacaktır. Burada her sıkıntıdan soyutlanacaktır. Burada “aman bunların da yaptığı iş mi yaa…bi de söyleniyolar” diye diye rahatlatacaktır kendisini. Tuvaletin aynasına bakıp yeniden gevşek gevşek gülümseyecektir ve “ yılmayacağım yıldıramazlar” diyecektir kendi kendine. Fakat heladan çıkar çıkmaz fotokopi çekme teklifi gelince bir daha düşünecektir söylenenleri.
Bu durum birkaç hafta fotokopi çekmek veya telefonlara bakmak gibi dandirikten işler yaparak devam edecektir. Stajyer bu birkaç haftanın sonunda odaları dolaşarak iş dilenmeye başlayacaktır. “ şuanda yapabileceğin bir iş yok, olursa çağırırım” cevabını bol bol duyunca “bana kullandığınız programı öğretebilir misiniz” moduna geçecektir ve elbette öğrenemeyecektir çünkü kallavi çalışanlar “ben bu programı şu kadar yılda öğrendim şimdi sana iki günde anlatmam imkansız, anlatsamda anlamayacaksın” diyerek azıcık da olsa kendine güveni gelmiş olan stajyeri yeniden ve yeniden kubura atacaklardır. Buna da yenilmeyerek “ulen ben de bu programı rapidden indirip evde öğrenmezsem…” gazına gelecektir. Programın evde öğrenilemeyecek kadar karışık olduğunu fark etmesinin akabinde gazı sönen stajyerin bir sonraki adımı, “zaten şunun şurasında iki haftam kaldı, önemli olan cv me burada staj yaptığımı yazmak. Azıcık daha dayanabilirim” aşamasıdır.
Aynı duygusal stajyer, stajının bitmesine sevineceği yerde,ortamda arkadaşlarıyla muhabbet ederken “ oğlum acaip bi yerdi, çok sıkı çalışıyoduk. Ama yapılacak iş değil yani, bana soran olursa bulaşma derim” gibi bulaşıcı ifadeler kullanarak kuburdan çıktığını zannedecek fekat ardından gelmekte olan yeni nesil stajyerler için ben çektim o da çekmeli mantığıyla zemin hazırlayacaktır. Böylece zatı muhterem iş bulup masa başına oturduğunda artık ne kadar güçlüklerle bu yere geldiğini, aylarca sigortasız çalıştığını, üstüne bir de maaşının az olduğunu ballandıra ballandıra işi bilmeyenlere sıralayacak hale gelmiştir. Artık ego tatmin sürecine geçmiştir. Artık onu kimse durduramaz. İş yerinin tuvaletini de sevmez artık. Tuvaletteyken bile zam düşünür, akşam ne yapsam düşünür..
Babaannemin bi türküsü var. “tel sara oğlum tel sara…”.