dinle. hiçlik!


Her gün Kadıköy’den bindiğim Beşiktaş vapurunun her gün Beşiktaş’a gitmesi ne acayip… Bir gün de yanlışlıkla Eminönü’ne gitse mesela. Şaka yapsa kaptan. Hatta Eminönü’nde yemek ısmarlasa, önceden gidip ayarlasa falan…Çiğ köfteci Ali Usta’ya götürse bizi. İskelede beklerken; birbirimize baktığımızı yakalayıp önce kafamızı başka yöne çevirdiğimiz ama sonra tekrar bakışırken yakalandığımız o esmer çocukla ayranlarımızı yudumlarken gülüşsek komik halimize. Orda samimi olsak. Meğersem o da resim falan çiziyor olsa. “Kaptan ne iyi adam dimi bak bizi buralara kadar getirdi” desem, o da “ben birkaç kere rastladım arada oluyor böyle şeyler,hatta iş yerlerimizi arayıp küçük gezimiz için izin bile alıyor kaptan” dese. Sonra tüm yolcular neşe içinde Galata köprüsünün bir yanından diğer yanına halay çeksek falan…

Rutinden o kadar sıkılmış-ve de sıkışmış- haldeyiz ki, bir rutinin içinde olduğumuzu unutmuşuz alışmışız ama saçmalamışız da aynı zamanda. Geçenlerde bir arkadaş pitbull cinsi köpeğinin bir kedi kadar uysal olduğunu anlattığında “o hayvenceğiz pitbulluğunu unutmuş” demiştim ama akabinde benim de insanlığımı unutmuş olabileceğim geldi aklıma. Günde 4 vasıtaya binip içi bilgisayarlarla dolu bir binaya gitmek ve o binanın sahibine para kazandıracak bilumum işler yapmak, üstelik karşılığında anca faturalara yeten bir para kazanmak ve buna da şükretmek gibi sorgulayınca nedeni bir türlü anlaşılmayan bi ton ıvır zıvırla uğraşıyoruz. Benim bi kurmalı oyuncak robotum vardı. O bile daha sevimliydi yani o derece…

“Kendimi acık doğaya atayım da insan olduğumu hatırlayım” düşüncesiyle Olimpos’a, Asos’a; beton göremeyeceğim yerlere falan gitmek istiyorum. Hangi pansiyonda kalırım, kiminle giderim, kaç saat denizde yüzüp, sahilde soğuk portakal suyumu yudumlarım,yanıma kaç havlu alsam yeter,yolculuk için müzikçalar almalı mıyım yoksa kitap mı okumalıyım…Her şeyi düşünüyorum,kafamda ayarlıyorum. Ama bi eksik var ki, dışı seni yakar içi beni: İnsanlığıma geri dönmek aksiyonu için de bi miktar para kazanmam lazım… bunun için de o bilgisayarlı binaya gidip gelmem lazım yani… seve seve gidip-gelmem lazım. Otobüste yanımda oturan adamın uyuklamaya başlamasıyla hissettiğim “acaba kafası omzuma düşer mi” korkusunu her sabah yaşamam lazım.

milyonlarca yavşak ve zehirli denizanasıyla farkında olmadan start verilen ve artık-uzaklaştıkça karanlık gözüken noktadan, hiç bilmediğimiz dalgaların hiç bilmediğimiz “standart”larına doğru yüzmekteyim. Ve yine hiç bilmediğim bir hortumca emilmekteyim. Camus’yü karşıma alsam oturtsam Beşiktaş sahildeki ucuz büfenin masalarına, çay içsek, bunları anlatsam, neden? diye sorsam bana “KOCAMAN Bİ HİÇ” derdi, “saçmalık çocuğum bunlar” derdi, ordan Taksim!e Nevizade’ye geçerdik, iki bira devirirdik hayatımıza devam ederdik… Keşke sürreal bi hayat sürebilseydik de arada kaptanlar rotadan çıkıp bizi gezmelere götürselerdi.

0 yorum: